Vurucu Bölüm 20

Vurucu Bölüm 20

[Pencereler]

Seçenekler ve kurallar ne olursa olsun, vicdan hepsini altüst edebilir. Çünkü insanlar hayatlarının sonuna kadar yüreklerine çöreklenecek bir yükü taşımak zorunda kalacaklarını bilirler.

Tabii varsa.

Süreyya Ural, gün boyunca yanında olan Cengiz ile önce doktorun odasına sonra da yine arkadaşları olan çok değerli bir avukatın ofisine gitti. Onlar anlattı, Süreyya dinledi. Onlar tartıştı, Süreyya dinledi. Arada soru sordu ama hiç yorumda bulunmadı.

Ağırına gidiyordu. Naz’ın ilgisi ve bilgisi dışında Naz hakkında konuşup karar vermek… Onun hayatını yönlendiriyor konuma gelmek… Ya da aslında, onun bunları kendisinin yapamayacak olması. Bu, canını çok yakıyordu. O yüzden de Süreyya hep susuyordu. Sanki konuşmazsa, karar vermeye başlamazsa, Naz’ın iyileşme ya da yaşananların aslında sadece kötü bir rüya olma ihtimali hala devam edecekti. Bu yüzden Süreyya da çaresizce,  bir çocuk gibi susuyordu.

Avukat, hastanenin raporunu alır almaz vesayet davası açmasını önermişti. Kızının yönetilecek bir mal varlığı yoktu aslında. Ama Kalaycı’nın bir soruna dönüşmesi halinde Süreyya’nın eli Naz’ın vasisi olarak hukuki açıdan güçlenirdi.

Bir de, ne olursa olsun, kızının rızası olmadan gebeliği sonlandırma hakkı bulunmadığını söylemişti avukat ona. “Beden bütünlüğü kanunlar ile güvence altındadır Süreyya,” demişti. “Hiçbir doktor onun rızası olmadan ameliyat yapmaz.”

Sanki… Süreyya kızının rızası olmadan onun saçının teline dokunur ya da dokundurturmuş gibi…

“Bebeğin babasının hakları?” diye sormuştu sadece. Çok şükür ki o genç adamın Naz ya da bebekler üzerinde hiçbir hakkı yoktu. Evli değillerdi. Bebek de henüz fetüstü. Sağlık açısından gebeliğin sonlandırılması gerektiği bir durumda tek karar mercii, doktorların tavsiyesiyle hareket etmesi gereken Naz olacaktı.

Doktor ise bambaşka bir yönden yaralamıştı Süreyya’yı. Umut vermişti. Umut… Demişti ki… “Kök hücre bir mucizedir. Bebekle birlikte Naz’ın bedeninde dolaşacak olan kök hücrelerin etkisinin ne olacağını şimdiden bilemeyiz ama mucizelere şans vermek gerekir. Bu bebek, şu anda her şeyden vazgeçmiş görünen Naz’ı hayata bağlayabilir. Naz bebek için çabalamayı isterse de hastalığında çok olumlu bir süreç başlayabilir.”

Olabilir edebilir… Tabii doktor daha başka şeylerin de olabileceğini düşünmüyordu. Mesela…

Bebekte ameliyattan kaynaklanan bir terslik olmuş olsa, gebelik düşükle kendiliğinden sonlanırdı, evet…

Gebelik devam ettiği sürece, bebeğin sakat doğma ihtimali normal bir gebelikte olduğu kadardı, evet…

Zaten bu da çeşitli testlerle önceden anlaşılabiliyordu, evet…

Peki ya her şey normal gelişir de doğum anında bir terslik olursa? Ya o minicik bebek de engelli olursa?

Ya mucizelerin sonucunda Naz’ın gelişimi bir bireyin asgari yaşam gereklerini yerine getirmeye yetecek ölçüde bir seyir izlemezse?

Ya sonunda Süreyya’nın elinde bakılması gereken iki can parçası olur da Süreyya ölüverirse?

Yaşamak değildi önemli olan. Nefes almak, vermek değil. Bu nefesi, onurunu koruyarak almaktı. Yatalak ya da özürlü bir insanın ilacını, serumunu, besinini herkes verebilirdi. Para karşılığı bunu insanlara kendisi öldükten sonra da yaptırabilirdi. Ama kızı ve torununun, bu bakımı yapacak kişilerin hayatlarındaki mutsuzlukların bedelini ödeyecek sessiz bir kurbana dönüşmelerine kim engel olacaktı? Kızına, torununa hoyrat davranılmasının, küçümsenip aşağılanmasının önüne kim geçecekti? Bu konuda içi rahat olmadan Süreyya nasıl ölebilecekti?

Kimse anlamıyordu içindeki korkuyu. Anlatılamıyordu ki. Çünkü kelimelere dökmek bile dehşete düşürüyordu adamı.

Cengiz’in beyni ise bambaşka işliyordu. O, arkadaşının nihai kaygısını anlıyordu çünkü o baba olmanın ne demek olduğunu biliyordu. Ama onun anlaması da Süreyya’yı korkuya salıyordu.

Cengiz’e göre, kabul etmek gerekirdi ki, Naz için umut yoktu. Kök hücre olayları, moral destekleri safsataydı. Hayatın gerçekleri her zaman acımasızdı. Kız içgüdüleriyle karar verip de çocuğu doğurmak isterse, Süreyya’nın hayatı mahvolacaktı. İkisine bakmaya çalışırken erkenden çökecekti. Cengiz hayatta olduğu ve gücünü koruduğu sürece Süreyya kadar özenle Naz’ın ve çocuğun hayatını izler, onlara en iyi bakımı sağlardı ama o da ölünce… Cengiz’in yaşı belki Naz’a yetebilirdi ama çocuğunkine kesinlikle yetmezdi. Özürlü bir çocuk, eninde sonunda bir başına kalırdı. O yüzden Naz, bebeğin sakat doğma ihtimalinin çok yüksek olduğu şeklinde manipüle edilerek kürtaja ikna edilmeliydi. Bu, hepsi için en iyisiydi.

Naz’ı manipüle etmek. Onu kandırmak. Yanlış bir inanca sürükleyerek istemediği bir şeyi yapmasını sağlamak.

“Her şey nizami olmak zorunda değil Süreyya,” demişti Cengiz. “Ben sana bu işi çözecek doktoru da bulurum.”

İyilik adına kötülük.

Kimin iyiliği peki? Kime iyilik? Niye kötülük? Sorunları iyilikle çözmeye çalışmaktan daha kolay olduğu için mi? İyilik adına bir şans hiç mi yoktu?

“Şu çocuk… Kalaycı. Onun hakkında ne düşünüyorsun Cengiz?”

Arkadaşının yüzüne bir anda yerleşen o nefretten ürktü Süreyya.

“Ah,” dedi Cengiz. “Pisliğin dölü. Ben babasını iyi bilirim, o da ondan farklı değil.” Tükürür gibi konuşmuştu. “İlkesiz, şerefsiz mikroplar.”

Çok fazla nefret vardı bu söylemde. Gereksiz. Ya da altında başka nedenleri barındıran bir nefret. Naz’ın yüzünü kendisine çevirirken elleri titreyen o genç adamın böylesi bir nefreti hak ettiğinden emin değildi Süreyya.

Arkadaşının yüzündeki onaylamaz ifadeyi gören Cengiz, “Bak dostum,” dedi. “Sana verdiğim dosyada yazmayan bir şeyi anlatayım ben sana. Bazı insanların işledikleri suçların tanımı ceza kanununda yoktur. O yüzden adamı yakalayıp içeri atamazsın. Küçük kızları yemlemesini, onların erkek arkadaşlarını gizli pezevenklere çevirmesini yargılayamazsın. İnsanın içindeki hırsı, zayıflığı, açgözlülüğü, cehaleti kullanır bunlar. Gözünün içine baka baka hayatlara kıyarlar ama ciltlerce ceza kanunu içerisinde sen onu suçlayacak tek bir bent bulamazsın.”

Cengiz’in gözlerinde inancını yitirmiş bir adamın soğukluğu vardı.

“Ziya Kalaycı’nın kulübünde on sekizinci yaş günü kutlamalarının ücretsiz olduğunu biliyor musun?”

Bilmiyordu elbette ama bunun ne anlama geldiğini de bilmiyordu.

“Henüz reşit olan oğlanlar, kızlar doluşur kulübe. Arada on sekiz olmaya birkaç ay kalmış olanlar da bulunur tabii. Grupta kaynar bunlar. Ziya Kalaycı, o gün kesinlikle mekânda olur. Gençlere karşı bonkördür. Masalarına giden içkiler ücretsizdir. İçki içmiyorlarsa, alkolsüz kokteylleri fazla lezizdir. İlaç ya da uyuşturucu asla olmaz. Suç yoktur. Ama likör vardır mesela. Yüksek alkollü. Hele ki işinin ehli bir elde silaha dönüşür. Çünkü hızlı tüketilir, hızlı etki eder, düşünmeyi ve kaygıyı azaltır.”

Evet, açıkçası tehlikeli bir adamın elinde tehlikeli bir silah vardı.

“Gözüne kestirdiği kız reşitse doğrudan üzerine oynar Ziya Kalaycı. Arkadaşları pistte dans ederken, kalabalık ortamdayım sanır, oysa kurdun inindedir. İçmediğini sandığı alkolün ve bilumum afrodizyakların etkisinde yasaklardan, korkulardan arınmıştır. Ne yaptığını bilen usta ellerde bedeninin sınırlarını keşfeder. İtiraz yoktur. Kız gönüllüdür. Kalaycı avını oracıkta parçalar. Suç yoktur.”

Off. Çok kötü.

“Kız reşit değilse de doğum günü çocuğunun üzerine oynar Kalaycı. İki amazonunu onun yanına salar. Pistte azdırırlar oğlanı. Bedava içki vaadi… Patronun kankası olma vaadi… Kızı getir, amazonları kap alt mesajı… Bilinçaltına öyle ustaca işler ki, başka bir gün oğlan kızı evinden, ailesinden teslim alıp kulübe getirir. Suç yoktur. İlk içkileri hazırlanıp oğlana verilir, bunu kıza o verir. Nasıl hazırlandığını bilmediğinden bunda da suç yoktur. İkisi birlikte içerler. Bol alkol, bol neşe, aldırmazlık, heyecan, kanın hızla akışı, dokunuşlara karşı duyarlılık… Amazonlar oğlanı piste çeker, kız Kalaycı’ya kalır. Aynı senaryo… Kalaycı avını oracıkta parçaladığında suç vardır ama kimsenin bundan haberi yoktur.”

Bir kız babasının bu duyduğu karşısında içinin acımaması mümkün müydü ki? Hatta bunun için kız babası olmaya da gerek yoktu. Yüreğinde insanlık barındıran herkesin içi acırdı.

“Babasına bak, oğlunu al. Naz da işte tam bu şekilde hamile kaldı. Alkolle, uyuşturularak, kandırılarak… Engelli bir kızdan yararlanmakta sakınca görmeyen bir psikopatın kurbanı.”

Başka insanların çocuklarına yaptığı empatiden bir anda Naz’a çarpmış olmak Süreyya’nın dengesini anında altüst etti. Kelimelerdeki çirkinlik midesini bulandırdı. Aklı da kalbi de isyan ediyordu. Hayır. Naz aptal bir kız değildi. Böyle bir senaryoda kurban rolü Naz’a ait olamazdı.

Oğlanın Naz’a bakışlarına çaresizce tutundu.

“Cengiz, bence bu çok iddialı bir genelleme oluyor ve ben doğru bir değerlendirme yaptığımızdan emin değilim. O genç adamın Naz’a karşı bir şeyler hissettiğini sanıyorum. Onun gözlerindeki bakışı tanıyorum. Ben de karıma öyle bakardım.”

Yıllarını suç ve suçlulara vermiş bir insan için Süreyya’nın bakış açısı çok aptalcaydı. Ezik, korkak ve taraflıydı. Alp Kalaycı kıza bir şeyler hissediyormuş da… Karısına bakışı onda varmış da… Niye hissetsin ya! Bulunmaz Hint kumaşı mı senin kızın birader? Üstelik sakat! Tek artısı babasından kalacak parası! Zaten işin püf noktası da orada ya!

“Süreyya, Kalaycı ailesi nefretle yoğrulmuş bir aile. Baba oğlundan nefret ediyor, anne babadan, oğul ikisinden… Dosyada adamın karısına yaptıklarını okudun. Parasını da tamamen oğlunun yararlanamayacağı şekilde düzenlemiş. Bu ne demek, biliyorsun değil mi? O pisliği ilgilendiren şey Naz değil, senin paran!”

Olabilirdi, evet. Olmayabilirdi de. Bilmiyordu Süreyya. Ama hayata böylesi bir çirkinlikte bakarak yaşamayı reddediyordu. Temkinli… evet. Çirkin… hayır.

“Bakacağız Cengiz. Hepsine bakacağız. Şimdi Naz’ın yanına gitmek istiyorum.”

Süreyya şanslı olandı. Sorularına cevap alabiliyordu. Alp ise her yerde duvara çarpıp duruyordu. Doktor Alp ile Naz hakkında konuşmayı kabul etmemişti. Hemşire bugün ikisinden de bucak bucak kaçıyordu. Avukat, Nihat Bostancı’nın çok yakın bir arkadaşıydı. Eser Kozak. Ama Nihat Ağabey’i de onun ofisinde görmek şaşırtıcıydı. Ziya Kalaycı İstanbul’da yaşananları gerçekten de çok merak ediyor olmalıydı.

Onun varlığını sorun etmenin çok ötesindeydi Alp. Babası bilirse bilsindi. Saklayacak bir şey yoktu. Ama daha avukata olayı anlatmaya başladığında, Nihat Bostancı’nın yaptığı “Demek adam zengin. Çok akıllıca. Babanın oğlusun aslanım.” yorumunu duyduğu an, gözleri konuşmakta olduğu adamda donup kaldı. İçindeki bulantı yüzüne yansıdı. Kirlendi. Gözleri doldu. Dişlerini sıktı.  Derin bir nefes aldı. Zaten hiç kalmayan umut, o odada paramparça oldu. O yalnızdı. Ne desteği, ne elinden tutanı vardı. Reha… yetmiyordu. Ziya Kalaycı ve Süreyya Ural… İkisini de aşıp Naz’a asla ulaşamayacaktı.

Tek kelime etmeden ayağa kalkıp avukata teşekkür etti. Ve Reha’nın ardından gelip gelmediğine bile bakmadan ofisten dışarı çıktı.

Nereye gittiğini bilmiyordu, öylece yürümeye başladı. Ardından yetişen Reha’yı umursamadı. Nefes alamıyordu. Naz’ın ruhuna kenetlenen nefesine ulaşamıyordu.

“Alp Bey, pardon! Bakar mısınız? Alp Bey!”

Biri koşuyordu peşlerinden. Nefes nefese… Durdu. Kimdi ki bu? Avukatın sekreteri mi?

Tam önlerinde durdu kadın. Otuz beş yaşlarında, bildiğin teyzeydi. Kıyafet falan… Ellerini karnına bastırmış, konuşabilmek için sancının geçmesini bekliyordu.

“Avukat Bey…” nefesler aldı. “Bir saat sonra…” nefesler verdi. “Yeniden gelmenizi söyledi.” Bir daha da konuşamadı. Nihat Bostancı’nın arkadaşı olan avukat Eser Kozak, onları yeniden mi görecekti? Bir saat sonra… Nihat Bostancı gittikten sonra mesela…

Tamam.

Bir saat sonra, aynı odada, bu kez sadece Alp ve Reha ile görüştü avukat. Anlatılanları dinledi. Sonra tek bir sordu Alp’e.

“Neden?”

Güzel soru. Herkes bunu bilmek istiyordu zaten.

“Bilmiyorum.”

Gözlerine aniden dolan yaşları sakinleştirebilmek için duvara baktı bir süre. Olmadı, tavana dikti gözlerini. Önleyemedi o ilk damlayı.

“Ben daha kaybettiğim şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum. Ama çok önemli bir şey olduğunu biliyorum. Canım acıyor. Boğazım acıyor, nefes alamıyorum. Ellerim, etlerim, kemiklerim acıyor. Sanki onun hissedemediği her şey bana acı olarak geri dönüyor. Ve bunların hepsi, sadece ben onun yanında olduğumda geçiyor. Bunun adını siz biliyorsanız söyleyin. Ben bilmiyorum.”

Reha, gözyaşlarını geri itmeye uğraşırken, avukatın da dudaklarının titrediğine yemin edebilirdi.

“Pekâlâ Alp. Şu andan itibaren senin avukatınım ama bu iş için senden herhangi bir ücret almayacağım. Zira bu konuda çok da yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama sana sevdiğin kadın ve bebeğin için neler yapabileceğin konusunda sonuna kadar destek olacağım.”

Karşısında oturan iki şaşkın adamı keyifle seyredip gülümsedi.

“Hukuki olarak yapabileceğimiz bir şey olmayabilir ama emin olun, ortalığı karıştırmak da bazen çok olumlu sonuçlar verebiliyor.” Güneş miydi o parlayan?