Vurucu bölüm 16
[Annenin haberi]
Kuklalarla yaşam kolaydır. Gel dersin gelirler, git dersin giderler. Reha da bu rahatlığı yaşıyordu bir süredir. Hastaneden çıkmak, arabaya binmek, otele dönmek için Alp’i yürüyeceği yöne çevirmek yeterli olmuştu. Adam bakmıyor, görmüyor, duymuyordu. Reha da onun üzerine gitmiyordu.
Yolda birkaç kez konuşmayı denemiş, sözleri duvara çarpıp geri döndüğünde vazgeçmişti. Yaşadıkları kolay değildi. Reha bile kendini bombok hissederken Alp’in ruh halini düşünemiyordu. Ama geçecekti. Atlatacaklardı. Başka şansları yoktu.
Otele girer girmez odasına gitmişti Alp. Sonra da iki gün hiç sesi çıkmamıştı. Artık iyice huzursuzlanan Reha oda kapısının önünde dolanırken içeriden hiç ses gelmemesi üzerine yedek anahtarı getirtmiş ve içeri girmişti. Manzara ürkütücüydü. Alp yatakta yatmış öylece tavana bakıyordu. Ne kapının açılmasına ne de içeri girilmesine dönüp bakmamıştı.
Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissettiren bir soluk dolmuştu Reha’nın ciğerlerine. Alp değişmişti. Hayatları değişmişti. Çocuklukları, gençlikleri bitmişti. Belki de bunun adı bitmek değil, kaybetmekti.
“Alp, iyi misin?”
Yatağa Alp’in yanına oturdu.
“Hasta mısın? Neyin var?”
Avucunu alnında, yüzünde gezdirdi.
“Ateşin yok. Oğlum, neyin var? Baksana yüzüme!”
Çevirdi başını Alp, dikti gözlerini Reha’nınkilere.
“Oh be, ben de bir şey oldu sandım. Manyak, yapma bir daha böyle aptal saptal hareketler.”
“O başını da çeviremiyor.”
Döndü yeniden ilk haline.
“Sadece böyle bakıyor. Başı nereye dönükse.”
Naz…
“Konuşamıyor. Tuvaletini de yapamıyor olmalı. Yani… Hissetmiyorsa… Bilemez. Kontrol edemez. Hem bizim gibi yemek de yiyemez. Serumla beslenecek herhalde.”
Ah Alp…
“Tuvaletim geldi. Gitmemeye çalıştım. Tuttum. Tutulmuyor ama. İki kez kalktım. İki kez. Sadece tuvalete gidip çiş yapmak için, iki kez yataktan kalktım, siktiğimin tuvaletine gidip işedim. Çünkü siktiğimin yatağına yapmayı beceremedim. Anladın mı Reha? Yatağa yapmayı beceremediğim için kalktım, koşarak tuvalete gittim.”
Reha Alp’i hiç böyle görmemişti. Rengi solmuş, sanki yaşlanmıştı. İnsan, ruhu böyle çökmüş birisinin saçlarının da beyaz olmasını bekliyordu.
“Bacaklarım ağrıdı sonra. Yatakta dönmek istedim. Deli gibi hem de. Yüz üstü yatıp kollarımı yastığın altına sokmak istedim. Ama hareket edemezsen bunu yapamazsın. Gerinemezsin de. Sıcak gelse, ayağını yorgandan dışarı çıkaramazsın. Ama sıcak da gelmez zaten. Yoksa gelir mi? Üşür mü soğukta? Sıcakta yanar mı?”
Alp’in üzülmesini bekliyordu Reha. Ama onun bunca sarsılmasını… hayır bunu o bile beklemiyordu.
“Gözleri çok güzel, biliyor musun? Gri ve mavi. İki renk de var içlerinde. Onlara bakınca, kalbinden geçen her şeyi görebiliyorsun. Konuşuyor çünkü seninle.”
Evet, kızın gözleri güzeldi. Ama kız küçüktü. Bunu o taş kafalıya söylemiş, dinletememişti. O kız… O kızın ruh yaşı küçüktü. Demek… hasta oluşundanmış. Yaşıtları gibi büyümemiş olmasındanmış. Ama Alp’e bunu anlatamamıştı. Kız küçüktü! Aptal kız gidip Alp için ameliyat olacak kadar küçüktü!
“Onları bir kez daha görebilsem… Belki o zaman nefes alabilirim.”
Aptal! Aptal! Aptal!
“Kalk hadi. Git bir duş al. Dışarı çıkalım. Akşama aklını dağıtacak bir iki kız mutlaka bulursun sen.“
Alp’in gözleri Reha’ya ilk defa yabancı baktı. Şaşkın, bulanmış. İçinden ‘keşke böyle söylemeseydim,’ diye geçirmesine neden olacak kadar sarsıcı. Onun yataktan fırlayıp tuvalete koşmasını, ardından içeriden gelen öğürtüleri duymayı hiç beklemiyordu. O an, kendini Ziya Kalaycı kadar çirkin hissetti.
“Çok mu kaçırdı içkiyi?”
İti an…
Odaya geri dönen Alp’in bakışları ikisine de aynı uzaklıktaydı.
“Sakat kızların peşine düşecek kadar düşürmüşsün kendini duyduğuma göre.”
Yüzünde tek bir kas oynamasa bile Alp’in sinirlendiğini anlayabiliyordu Reha.
“Benim adımı da kirlettiğinin farkında mısın? Sakat bir kadını enine boyuna düzemezsin bile!”
Artık Reha da gidip kusmak ve Ziya Kalaycı’nın üzerine sifonu çekmek istiyordu.
“Neyse, ne bok yersen ye. Babalarını üstüme salıp analarını sikmemi sağlarsın en fazla.”
“Baba sen sikmekten başka bir şey bilmez misin?”
Ve işte… Saf nefret Ziya Kalaycı’nın gözlerine bir anda gelip yerleşmişti.
“Sen bilir misin?”
Sonra neredeyse oğlunun yüzüne tükürmüş gibi hissettiği yüz ifadesini perdeleyerek odadan çıkıp gitti. Onun gidişiyle oksijen odaya geri dönüp ikisinin de derin nefesler almasını sağladı.
“Bu adam… annemi sevmiş olamaz.”
Bu cümle ile Alp en alttaki taşı çekse bile yukarıdakileri devirmekten çok yerine oturtmuş gibiydi.
“Çok anlamıyorum ama… İnsan sevdiği birini kaybedince üzgün olabilir. Bedbaht olabilir. Öfkeli olabilir. Naz’ın babası gibi, kırık olabilir. Ama kötü olmaz be Reha. Adam zaten kötüymüş.”
Mantıklı.
“Bence… annem ondan kaçtı Reha. O, anneme ölümü tercih ettirdi.”
Çok mantıklı.
“Beni sevmemesini anlayabilirim. Ama benden nefret etmesini anlayamam. Ben, annemin Ziya Kalaycı’ya karşı kazandığı zaferin ta kendisiyim. Ona annemin kendisini sevmeyişini, ondan kurtulmak için ölümü yeğleyişini ve bunu başarışını hatırlatıyorum. Annem onu yenmiş.”
Eğreti de olsa bir gülümseme yerleşti sonra genç adamın yüzüne.
“Ben kesinlikle anneme çekmişim.”
İşte bunu gönülden desteklerdi Reha.
“Gidiyorum ben.”
Ama daha erkendi?
“Pasaportu…”
“Amerika’ya değil. Naz’a gidiyorum ben.”
Öff. “Alp, saçmalama!”
Sustu Alp. Durdu ve baktı bir süre.
“Sizin kafanızdaki Alp’i oynamaktan bıktım. Siz yapmamı beklediğiniz için hoşuma gitmeyen şeyleri yapıyor görünmekten sıkıldım. Naz, ilk günden bu yana, burnuna dayadığım oyunlarımı elinin tersiyle kenara itip ruhuma dokundu. Ve biliyor musun? Nefes alabildiğim tek yer, onun gözleri oldu.”
Alp’in her kelimesi tokat olup Reha’yı dağıtsa da, gerçek olsa da, onu oraya tek başına gönderemezdi.
“Seninle geleceğim.”
“Neden? Bir sandalyede günlerle tüneyebilirim. Hiçbir kapıdan içeri alınmayabilirim. Naz’a asla ulaşamayabilirim. Ama denerim. Bütün hayatım boyunca beklemem gerekse bile denerim. Başaramazsam da en azından onun nefes aldığı bir yerlere yakın olurum. Şu an sahip olduğum her şeyden daha iyi bu.”
Çok saçmaydı. Hayır, denemesi değil. Alp’in bunları söylüyor olması saçmaydı. Aşk mı? Ne zaman? Âşık olmaya zamanları olmamıştı ki? Yoksa âşık olmanın bir zamanı yok muydu?
Alp her ne yapıyorsa, sonunda kazanacağı hiçbir şey olmadığı için, Reha ona inanıyordu.
Alp kaybetmeye gidiyorsa eğer, Reha ona da inanıyordu.
“Pekâlâ. Şimdi git Alp. Ama hayatının bundan sonrasında bensiz olabileceğini sanma. Çünkü kim ne derse desin, sen benim ailemsin.”
Alp gülümsedi, Reha gülümsedi. Belki de çok uzun bir süre için ikisinin de son gülümsemeleriydi.
*****
İnsanların gerçeği nasıl algılayacakları seçilen kelimelerle yönlendirilebilir. Oysa bir ilişkinin gerçekte hazin bir aşk hikâyesi ya da beş dakikalık zevk oluşu anlatanın gözlerindeki ışıkta, dudaklarındaki kurulukta, ses tellerinde boğulan fısıltıda gizlidir.
Doğa ve Doğu, babalarının detaya hiç girmeden birkaç kuru cümleyle özetlediği hikâyede ne denli derin bir aşk olduğunu işte o fısıltılarda gördüler. Anneleri, babalarıyla birlikte olabilmek için kumar masasına oturmuş, kazanan kasa olmuştu. İkizlerin aklına zarların hileli olabileceği gelmiyordu. Oysa Reha bu gerçeği biliyor, Süreyya Ural ise tahmin ediyordu.
Süreyya için her şey tahmindi zaten. Karısından üç yıl sonra Naz’ı da kaybetmeye mahkûm olduğunu, bebeği daha on beş yaşında iken öğrenmişti. Öfke ya da isyan ne ölümü geciktiriyor ne yaşamı güzelleştiriyordu. Bu yüzden Süreyya sahip olabileceği tek şeyin anlar olduğunu bilmiş, onları anlamsız duygularla harcamamıştı. Karısı ölene kadar nasıl her bir anı yıllara bedel yaşamışlarsa kızı ile de aynını yapacaktı. Sonra bu dünya ile tüm ilişkisi, kendisi de yanlarında bir çiçek olana kadar iki mezar taşını sulamaktan ibaret kalacaktı.
Üç yıl boyunca, beraber geçirebilecekleri kaliteli zamanı uzatabilmek adına planlar yapmış, yaşamlarını buna göre düzenlemişlerdi. Naz, Sefer Ateş’in kliniğindeki en iyi fizyoterapistin ellerine teslim edilmişti. Burak Naz’ı kendi kanı gibi benimsemiş, tedaviyi oyuna çevirerek kızın acısından yapay neşeler yaratmaya çalışmıştı. İşe de yaramıştı. O ve Naz farklı şehirlerdeki termal otellere gidiyorlardı. Naz’ın tedavisi aksamadan devam ederken, yeni yerler, yeni ortamlarla Naz’ın hayatına renk katıyorlardı. Arada onlara Süreyya da katılıyordu.
Kitlenin büyümesi kontrol altında tutuluyor olsa bile bunun değişme ihtimali hep vardı. Bu yüzden tüm bu süre boyunca Atam Hastanesi’ndeki doktoru ve ameliyathane Naz için hep hazırlıklı olmuştu. Yine de üç sene sonunda Naz birdenbire ameliyat olmaya karar verdiğini söylediğinde hepsi bunun gereksiz olduğu konusunda onu ikna etmeye çalışmışlardı. Ama o Naz’dı. Kararının arkasında durmuş, riski üstlenmişti.
İşte o zaman, otelde yaşananları Süreyya Ural’a anlatmıştı Burak. Katil, demişti Alp Kalaycı için. Seri katil. Oysa Süreyya’nın gördüğü, odanın kapısında durmuş içeri bakan yalnız, korkmuş bir çocuktu. Kızı da öyleydi. ‘Bakışları Naz’a benziyor’ diye geçirmişti içinden. Yaralı. Eksik. Belki o yüzden, belki boşuna olacağını bildiğinden kızgınlık beslememişti Alp Kalaycı’ya. Arkasını dönüp gitmişti.
Naz odaya getirilene kadar geçen birkaç günlük sürenin her anında, prensesinin geriye kalan zamanını güzelleştirmek için ne yapabileceği üzerine kafa yormuştu. O hissetmese de bedenini onun yerine güçlü tutmak, dünyaya katılabileceği tek uzvu olan gözlerine sığabilecek ne varsa onları bulup kızına sunmak…
Onların hayatı artık buydu.
Kanlıca’daki araziye Naz’ın ihtiyaçlarına uygun evi yaptırma zamanının geldiğine de yine o zaman karar vermişti. İstanbul’un en becerikli mimarını hastaneye çağırmış, onu doktorlarla ve Burak’la konuşturmuştu. Naz’ı rahat ettirmek… Tek amaç buydu. Havuz, bahçe, mahremiyet, güneş, gölge, ışık, ses, huzur, tıbbi donanım… Ne gerekiyorsa. Yavrusunun kendisini güvende hissetmesi için ne gerekiyorsa.
Bütün bunlar aslında Süreyya’nın yaşadıklarıyla başa çıkma şekliydi. Yoksa o küçük hastane odasında, kızının bundan sonraki hayatını bir bitki gibi sürdürecek olduğu gerçeğiyle aklını yitirebilirdi. ‘Ölemem!’ diyordu durmadan. ‘Naz’dan önce ölemem. Kim bakar ona? Kim düşünür ne hissettiğini, onurunu çiğnememeyi? Nasıl ölebilirim ben onu annesinin kollarına emanet etmeden?’ Bu korku tarif edilemezdi. Çaresizlik bundan daha fazla hissedilemezdi.
“Naz’ı bir saate kadar odaya getirecekler Süreyya Bey.”
Sonunda.
Derin bir nefes alıp katlar arasında mekik dokuyan Burak’a buruk bir gülümsemeyle baktı.
“Güneşi dört duvar arasına sığdırmaya uğraşacağız desene…”
Karısına söylerdi bunu Naz için. Şimdi o yanında olsun, kızları beşiğinde yatsın… Ne çok isterdi.
Burak da gülümsedi duyduğuna. Bu Naz’dı işte. Hiçbir engelin söndüremediği ışık kaynağı…
“Havuz asansörünün siparişini Sefer Hocam ile hallettik. Diğer ekipmanı da tek tek o seçti. Naz emin ellerde Süreyya Bey. İnşaat biter bitmez hepsinin montajında Hocam bizzat bulunacak.”
“Sağ olsun.”
“Bir de arabada ön koltuğa uygulanan bir düzenek var. Onu da araştırıyor Sefer Hocam. Onunla Naz’ı her yere götürmeniz mümkün olacak.”
Hepsi Naz’ı seviyordu. Doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, klinik sahipleri, müstahdemleri… Naz’ı sevmeyen yoktu ki. Hepsinin gözlerindeki nemi, silinen gözyaşı damlalarını görebiliyordu Süreyya. Ve dile getirilmeyen o tek kelimeyi duyuyordu… Yazık.
“Ben servise çıkıp Naz’a bakayım. Bakalım Bıcırık’ın her şeyi tamam mı…”
Adam başını sallarken odadan çıkıp derin bir nefes aldı Burak. Rol yapmak gücüne gidiyordu. İkisi de aynı oyunu oynuyorlardı. Sanki senelerdir konuşmamış ve bu ana hazırlanmamışlar gibi… Olur da… Naz’a ameliyat gerekirse… Olur da… Felç kalırsa… Şunu yapar şunu bulur şunu getirir bunu uygularız… Ama hep olmaz gibiydi bu. Olmazdı da. Kalaycı piçi olmasaydı.
Keşke o piçin gözünü çıkarabilseydi. Olmamıştı. Denk getirememişti. Herif utanmadan bir de kalkıp buraya gelmişti. Öyle mal gibi bakmıştı suratına. Dayağı yerken kolunu kaldırıp yüzünü bile korumamıştı. Hoş Burak da onun dikişli tarafına vurmamıştı. Olsun. Yine de iyi morartmış olmalıydı.
Gerçekten, neden kalkıp buraya gelmişti ki o piç? Naz’dan istediğini almıştı. Bunu kızın gözlerindeki hülyalı bakıştan, durup durup yanaklarının kızarmasından anlamıştı. Bir de… o gün havuzun dibinde duran mayodan.
Aslında Naz’ın o adama olan ilgisini hemen fark etmişti de adamın bu ilgiye karşılık verebileceğini hiç hesaplamamıştı. Naz otelin butiğindeki kıyafetleri odasına getirtip denediğinde… kimsenin engelini anlamaması için daha fazla özen gösterdiğinde… Burak’tan kendisine şakacıktan kadınmış gibi davranmasını istediğinde…
Şakacıktandı. Çünkü Naz bir kadın değildi. Pamuklara sarılması, özenle korunması gereken kırılgan bir bibloydu. Burak için hastadan çok sırdaş, dost, kardeş, evlat… pek çok şeydi. Acı çeken bir beden… inleyen bir ruh… yaşama tutunmaya çalışan bir melek.
Alp Kalaycı’nın Naz’ı bu kadar çabuk bir kadına dönüştürmesini aklı almamıştı. Kuzu havuza bir gün gitmiş, dönmüş, ardından garsonlara gözlerinde fırtına esen adam hakkında sorular sormaya başlamıştı. Önce onun bu çaktırmadığını zannederek bütün ilgisini herkese açık edişiyle eğlenmişti Burak. Adamı biliyordu. Zengin olması yetmediği gibi bir de acımasızca yakışıklıydı herif ve o da bunu dibine kadar kullanıyordu. Spermlerini kadınların üzerine zaman mekân ayırt etmeksizin yağdırıyordu. Biri yetmiyor, ikişer üçer tüketiyordu. Tutup hasta bir çocukla ilgilenmesi düşünülemezdi.
Naz’ı küçümsedim ben, diye düşündü. Naz… Alp Kalaycı’nın dikkatini de ilgisini de çekmeyi bilmişti. Adamı kızın etrafında görüşü sıklaştığında bile yaşanacaklara ihtimal vermemiş, yine de gereken yerlerde müdahale etmiş, kızı onun çekim alanından uzaklaştırmıştı.
Naz bir kadındı. Burak bunu tamamen unutmuştu.
Onu havuzda çıplak bir halde bulduğunda, ne kadar korkmuştu. Aklına önce kızın taciz edilmiş olabileceği gelmişti. Ama sonra, böyle bir durumda tepkisinin çok daha farklı olacağını düşünüp sakinleşmişti. Hayır. Naz’ın isteği dışında değildi yaşananlar. Ama onun bedeni normal bir kadının yapabileceği aktiviteleri kaldıramazdı. Kıpkırmızı gözleri, dinmeyen hıçkırıkları ve akan burnuyla onun da bunu keşfettiğini hemen anlamıştı. Bir de soru sorarak kızı iyice üzmek istememiş, mayosunu giydirmiş, onu odaya götürmüş ve her zamanki dozun üzerinde ilaç verdiği halde bütün gece iniltilerini dinlemişti.
O günden sonra Naz ameliyatın onu normal hayata ne kadar yaklaştıracağı hakkında sorular sorup durmuştu. Burak onun neyin peşinde olduğunu elbette anlamıştı. Naz âşık olmuştu ve o piçle beraber olabilmek için şansını zorluyordu. Oysa Kalaycı Naz’ı siker atar, bir daha yüzüne bile bakmazdı. Üç gün boyunca ne söylediyse hiçbiri işe yaramamış, Naz’ın gözlerindeki o kararlı ifade gitmemişti. Burak en sonunda Alp Kalaycı’ya bile gitmişti. Ona Naz’dan uzak durmasını söylemesine rağmen Naz babasını ikna etmiş, aynı gün hastaneye gidişini ayarlamıştı.
İşte. Şimdi buradaydılar. Naz yoğun bakımda, Süreyya Bey odada, kendisi de vicdan azabının en yoğun hissedildiği yerdeydi. Yeterince dikkat etmemişti. Naz’ı kurdun pençelerine bırakmıştı. Ve artık her şey için çok geçti. Naz bitmişti. Kahrolası bir aksilikle bitkiye dönmüştü. Ne konuşabilir, ne gülebilir, ne de acı çekebilirdi. Artık yapayalnızdı. Gözleri sadece tavanı görecek, teni üzerinde oluşacak yaraları bile hissetmeyecekti. Kasları, kemikleri hızla özelliklerini yitirip onu bir yerlere bırakılmış eski bir çuvala benzetecekti.
Dişlerini sıkmaktan çenesi ağrıyarak çıktı yoğun bakıma. Orada da şaklabanlık yaparak Naz’ın hazırlanmasına eşlik etti. Bu kez yolculuk bir otele değildi. Artık en uzak yolları katlar arası olacaktı. Naz sadece rüyalarında özgür kalacaktı.
Naz… Uyandığında gözleri panikle dolaşmıştı etrafta. Öyle anlatmıştı hemşire. Doktoruna bakmış, onun söylediklerini dinlemiş, sonra gözlerini kapatmıştı. Çok uzun süre hiç açılmamıştı o gözler. Sonra… renkleri solmuş olarak tavandan başka bir yere bakmamıştı. Ne babasına, ne Burak’a, ne de doktorlara dönmemişti bir kez olsun. Sanki yapabildiği son şeyden de vazgeçmişti. Ve onu seven herkesi kahretmişti.