Vurucu Bölüm 3
[Bilimsel fare]
Biraz evvel, kutsal üç maymun biblosu yere düşüp parçalanmıştı, olan buydu. Doğa, merdivenlerden inen babasının arkasından bakarken, aslında bir dönemin sonunu getirdiğini anlamıştı.
“Ben… ben öyle demek istememiştim.” Yalvaran gözlerle döndü kardeşine. “Ben o duysun istemedim.”
Sarıldı adam titreyen bedene. “Gel çıkalım buradan. Akşama kadar vaktimiz var. Toparlarız bir şekilde.”
Kendini güvende hissettiği kolların arasında iyice dağıldı Doğa. Hıçkırıklarını tutmaya bile yeltenmedi. Biraz sakinleşmesini bekledikten sonra, kimseye görünmeden asansörle indiler aşağı. Garajda Doğu’nun arabasına binip sessizce uzaklaştılar.
“Bavulum Irmak’ta. Önce ona uğrayalım.” Doğu’nun gerilmesi üzerine “Ben çıkar alırım, merak etme.” diye ekledi.
Trafik çoktu, ama aceleleri yoktu. İkisi de kendi düşüncelerindeydi.
“Sence ne kadarını duymuştur?”
Bilmeleri mümkün değildi ama yeterince duyduğu kesindi. Yorum yapmadı o yüzden. Omuz silkmekle yetindi.
Babası… Yirmi dört yıldır annesinin çevresinde pervane olan o adam… Kayınpederi ve çocuklarını bile öteleyip sanki yanlarında yoklarmışçasına onun gözlerinde kaybolan adam…
Babasının sevgisinde yapay olan hiçbir şey yoktu. Adamın huzurla nefes alabildiği tek yer sanki annesinin yanıydı. Bunun dışında her yerde rahatsız, mutsuz, uzlaşmazdı. Daha çocukluklarında, babalarının şirkette çok sert ve ürkütücü olduğunu duyup şaşırmışlardı. Personel ondan korkar, ‘Süreyya Bey keşke emekli olmasa,’ derlerdi. Doğa ile Doğu da yaramazlıklarını babalarının olmadığı yerlerde yapıp onun gözüne görünmezlerdi.
Şirket gerçekte büyükbabasınındı. Süreyya Ural, Ordu’daki fındık bahçelerinden yola çıkmış, bugün market raflarında bulunan fındığa dair her türlü ürüne şirketinin logosunu basmayı başarmıştı. PiNDUX. Damadını şirketin yönetimine alıp onu ve en yakın arkadaşını yetiştirmeye başladığında, ikizler daha annelerinin karnındaydı. Zaman içinde işlerden elini eteğini çekmiş, sonra da tamamen damada bırakmıştı.
Bugün, evlilik hayatı boyunca bir kez olsun yanında karısı olmadan iş gezisine gitmeyen bir adamın sevgisini sorgulamak Doğu’ya çok da anlamlı gelmiyordu. Genç adam babasının bakışlarındaki samimiyetin ortalara saçılmasına ihtiyaç duymadan da, her şeyi gönülden yaptığını anlayabiliyordu. Çünkü bir erkek kaçmak istediğinde, bunun yolu çoktu.
O Doğu’nun da annesiydi. Biri babası, biri annesi. Annesini babasına bile ezdirmezdi. Ama Doğu, Doğa’nın aksine, babasının annesini üzmek adına bir şey yapmayacağına emindi. Babası, evden kaçmıyor, hep eve koşuyordu. Bu Doğa’ya nasıl anlatılırdı bilmiyordu ama eğer babası evin dışında bir seks düzeni kurmuşsa, bu annesi sevilmediği ya da tercih edilmediği için olamazdı. Öylesi gerekiyor olmalıydı. Babası, seçenekler arasında annesini ve kendisini en az üzecek yol olarak bunu bulmuş olmalıydı.
Bazen, bazı şeyler ‘buysa bu, değilse bu’ mantığına oturmazdı. Böyle şeyleri kimse öyle oturduğu yerden yargılayamazdı. O kişilerin yerinde olmak, onların bildiklerini bilmek, hissettiklerini hissetmek gerekirdi. Bu mümkün olmadığına göre, babası onlara hiçbir şey açıklamasa bile, annelerine söylememeyi uygun bulursa, Doğu ona güvenecekti. Nedenlerini bilmese bile güvenecekti. Ama galiba bir kadından bunu anlamasını beklemek zordu. O halde Doğa ve Doğu ilk defa karşı takımlarda yer alacaklardı.
“Yüzünden bir şey anlayamadım ben Doğu. Yani buz gibiydi. Suçlu hissetmekten çok azarlayacak gibiydi.”
Kardeşi hala kendi kendine konuşup duruyordu. Konunu etrafında ağlanıp duruyor ama ana noktayı hep es geçiyordu.
“Nasıl cüret ettin ki o kelimeleri kullanmaya zaten? Babam o ya! Bizim babamız!”
Hangi ara derede Doğa suçlu olmuştu? Tamam, yaşanan şey çok da uygun olmamıştı da, Doğa da art niyetle söylememişti ki!
“Duymasını istemezdim ama ben yatmadım el âlemin kadınlarıyla, neden bana söyleniyorsun?”
“Kızım, gördün mü adamı kadının üzerinde!”
“Görmeme gerek yok. Bazı şeyler bilinir.”
Sinirden bir kaza yapmaya çok müsait olduğunu bildiğinden, gördüğü ilk cepte arabayı yol kenarına çekti genç adam. Kontağı kapatıp camı açtı. Trafik hızla akıyordu. İnsanlar bir sonraki anlarına koşuyorlardı. Doğa ve Doğu ise sanki hayatın dışında kalmışlardı.
“Bilmeden fikir yürütmek ve bunun üzerine konuşmak hiç doğru değil. Yürüttüğün fikre inanıverirsin sonra. Konuşursan o fikri yayarsın, kimse senin tahminde bulunduğunu bilmez, bir gerçeği aktardığını sanır.”
Biliyordu ama Doğa. Hissediyordu. O kadınlar… O kadınların bedenleri babasınınkini tanıyordu. Çünkü babası o günden bu yana kendisine çok yabancı geliyordu.
“Bu komplo teorisine epeydir sahip olduğun anlaşılıyor. Evde babama tavır koyacağına, keşke gidip onunla konuşsaydın.”
Anlamış mıydı Doğu? O zaman babası da mı anlamıştı Ya annesi? Eyvah!
“Ne diyecektim Doğu? Baba, sen annemi aldatıyorsun mu?”
“Bana bunu demedin mi zaten? Bana diyeceğine babama deseydin ya!”
Utanırdı. Söyleyemezdi ki. Annesini öyle sevip sarmalayan bir adama bu nasıl söylenirdi? Onun adına utanırdı. Sanki kendi yapmış gibi…
İş arkadaşının teyzesi, çalıştığı otele gelen yakışıklı adamlardan bahsetmese Doğa’nın hiçbir şeyden haberi olmazdı. Önce hikâye dinler gibi dinlemişti kadını. Başka hayatlar, başka insanlardı… Sonra, kadının düpedüz kendi babasını tarif ettiğini fark etmişti. Sağ gözünün hemen altındaki o iz… kır saçlı, yakışıklı, buz gibi kaç adamın yüzünde olabilirdi ki?
“Yaşı ilerlese de bu zenginlerin aşk hayatları hiç durulmuyor,” demişti kadın. “Hele bir tanesi var, görsen nasıl yakışıklı. Manken diye çıkart podyuma, herkesin tozunu attırır valla. Adam ellilerinde ama hala yürek hoplatıyor. Takım elbiseyi bir taşıyışı var… karizmanın dibi. Elinden geçen çıtırın haddi hesabı yok. Surat ayrı güzel, ama o gözünün hemen altındaki iz yok mu… ‘Tehlike benim göbek adım!’ diye bağırıyor sanki. Onun gözünde o izi bırakan kırık şişe olası geliyor insanın. Şaka bir yana, gözü çıkacakmış neredeyse adamın, çok da yazık olacakmış. Öyle bir renk… Griymiş de maviymiş gibi… Tü tü tü maşallah, gözüm kem değil neyse ki.”
Elinden geçen çıtırın hesabı mı yok?
İçine o kurt bir kez düştükten sonra da günlerce otelin tam karşısındaki kafeye yerleşmişti. Bir Salı günü… akşamüstü… önce babası gelmişti. Hiç sağına soluna bakmadan içeri girmişti. Sonra kadınlı erkekli yedi kişilik bir grup gelmiş, ama girmeleriyle çıkmaları bir olmuştu. O sırada da tek başına sarışın bir kadın otele girmişti. Bir saat sonra çıkmıştı babası, kadın da ardından.
Ne yaptığını düşünmeden babasını izlemişti. Şirkete geldiklerinde, o da çıkmıştı yukarı babasından sonra. Sekreter, patronun özel daireye geçtiğini işaret etmişti kıza. Doğa da geçmişti oraya. Su sesini duymuştu kapı önünde. Babası. Duş alıyordu. Su bu çirkinliğin ne kadarını temizleyebiliyordu?
Gerisin geriye çıkıp bir başka kafede oturmuştu. Saatlerce gördüklerini anlamaya çalışmıştı. Kadın… Güzeldi. Bakımlı ve gençti. Otuzlarında ya var ya yoktu. Annesinden en az on beş yaş genç. Canlı, hareketli… Babası o kadını öpmüş müydü? Kadının çıplak bedeninden zevk almış ve ona zevk vermiş miydi? Onun içine boşalırken Yağız’ın yaptığı gibi o da kadının adını söylemiş miydi?
O gün, garsonun kendisine durmadan peçete taşıdığını hatırlıyordu. Gözyaşları hiç durmamıştı çünkü. O hafta sonu Beykoz’a da gidememişti. Babasına hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı.
Sonraki hafta yine beklemişti o kafede. Aynı kadını görüp görmeyeceğini merak ediyordu. Çarşambaydı bu kez. Birer dakika arayla farklı iki kadın gelmişti babasından sonra. Hangisinin babası için geldiğini anlayamamıştı. İkisi de gençti. Yirmili yaşların sonlarındaydılar. Bakımlı, şık, profesyonel görünüyorlardı. Kadınların seksi meslek olarak seçtiklerine neredeyse emindi Doğa. Onlardan birisinin başka bir adam için geldiğini ummaktan başka bir şansı da yoktu. Midesi bulanmıştı.
Bir daha gitmemişti o kafeye. Uzun bir süre, babasının olduğu saatlerde eve de gitmemişti. Kimseye belli etmeden içindeki çürümeyi tedavi etmeye çalışmıştı. Erkeklere olan güveni sarsılmış, bunun ucu erkek arkadaşı Yağız’a da dokunmuştu. Adamı yoktan yere haşlayıp terslemişti. Babasının acısını ondan çıkarmaya çalıştığında da ters bir karşılık almıştı. Neredeyse Yağız’ı yitiriyordu.
Aylar sonra dengesine ancak kavuşabilmişti. İçindeki fırtınayı babasına belli etmeden aile içinde kısa sürelerde durmayı bile becermişti. Bir saat… Odasına kaçmadan o kadar süreyi onlarla geçirmeyi başarmıştı. Yine de babasının annesine gülümseyişini seyrederken, gözünün önüne o kadınların gelmesine engel olamamıştı. Gidip kusmuştu.
Alp Kalaycı’nın aslında çok mutsuz bir insan olduğunu da o günlerde fark etmişti. Karısına bakmıyorsa, babası asla gülümsemiyordu. Dedesine, Reha Amca’ya ve kendilerine yumuşak, saygılı, ilgiliydi. Kendilerini çok sevdiğini hepsi bilirdi, hiç kuşkuları olmamıştı. Ama… sanki aile zincirlerinde bir halkanın yeri yanlıştı. Anneleri olmasa bir aileleri olamayacakmış gibi… Anneleri olmasa, ne babaları ne de kendileri olmayacakmış gibi.
Susardı aslında Doğa. Bu bilgiyi hiç dillendirmezdi. Canından bir parça olmasına rağmen, Doğu’ya bile söylemezdi… Tabii o, canının diğer parçasını, Irmak’ı o kadar üzmemiş olsaydı… Hem de riyakâr olduğunu adı gibi bildiği bir aşkı sahiplenmek adına… Kendini o an kaybetmişti.
Irmak herhangi biri değildi. Liseye başladıkları ilk gün matematik öğretmenleri yanındaki sevimsiz oğlanı kaldırıp yerine onu oturtmuştu. Birbirlerine bakıp gülümsedikleri ilk andan sonra da Doğa’nın yanında hep Irmak olmuştu.
O ana kadar neredeyse tuvalete bile birlikte giden ikizlerin sınıfları lisede ayrılmıştı. Doğu’nun kızları keşfetmesiyle de iyiden iyiye ayrı düşmüşlerdi.
Ortadan kaybolan ikizinin eksikliğini Irmak tamamlamıştı. Doğu’nun bu yüzden Irmak’la hep bir çekişmesi olmuştu. Birbirlerini gördükleri ilk gün, Irmak paralize olmuş gibi Doğu’ya bakakalmışken, Doğu da yerine göz diken bu kızın zayıf yönü olmaktan büyük bir keyif almıştı. Sonraki yıllarda hep bunun üzerine oynamıştı.
Yan yana geldiklerinde eğer Doğu bir kızla birlikteyse, kızı Irmak’ın gözünün içine baka baka öperdi. Irmak kaçar, o yanlarından ayrıldığı an da Doğu’nun kıza olan ilgisi aniden biterdi. Doğa, bunun için onunla defalarca kavga etmişti. Sonra bir gün… “Sen Irmak’a âşık mısın?” diye sormuştu. Doğu’nun neredeyse kendisini bir dövmediği kalmıştı. Ama o andan sonra bu tür hareketler bitmiş ve Doğu Irmak’tan uzak durmaya başlamıştı.
Arkadaşının her kahroluşunda Doğa da onunla birlikte üzülürdü. Kızın Doğu ile ilgili hiçbir beklentisi olmadığını bilirdi. Çünkü Irmak kendisini Doğu ile aynı kulvarda görmezdi. Hele ki ilk yıllarda diş telleri ve sivilceleriyle gerçekten çok sevimsiz görünüyordu. Kocaman gözlüklerini taktığında, Doğu ona bilimsel fare derdi. Doğa o fareyi severdi, Doğu o fareyle oynardı.
İlk kez, üniversite seçimlerinde dizginleri eline almaya karar vermişti Irmak. İstanbul’da kalmıştı. Sonraki yıllarda teller çıkmış, sivilceler gitmiş ama yollar da ayrılmıştı. Doğa ile Irmak da daha az görüşür olmuşlardı. Yine de hala birbirlerinin en yakın arkadaşı olmaları kaçınılmazdı.
Üniversite bitip İstanbul’a döndüklerinde Doğu yine göz hapsine almıştı Irmak’ı. Bulduğu her fırsatta bel altı çalışmıştı. Irmak’tan hoşlanan erkeklerin olması çok eğlendiriyordu mesela onu. Alaylarıyla herkesi bezdiriyordu. Sonunda, Irmak “Tamam,” demişti. “Kardeşini senden çalmaya çalışmıyorum. O senin. Ben kimse değilim. Rahat bırak artık beni.” Ve sonrasında Doğu varken Doğa’nın yanına hiç gelmez olmuştu.
Şimdi, yine Irmak’ın canını yakacak bir kozu vardı Doğu’nun. Madem onun evine gidiliyordu, biraz ortalığı karıştırmanın hiç sakıncası yoktu.
“Arkadaşın da senin gibi. Olayın muhatabına değil, onun kardeşine konuşmuş.”
Doğa, derin bir nefesi ciğerlerinde biriktirip orada tuttu bir süre. Sakinleşmeye çalıştı. Bu çocuk Irmak söz konusu olduğunda neden bu kadar haindi?
“Söylesene Doğa, siz kızlar birbirinize yattığınız her erkeği anlatıyor musunuz?”
“Çirkinleşme Doğu!”
Doğa, çantasından çıkardığı anahtarları ikizinin üzerine fırlattı.
“Sevgilisinden ayrıldığını yazmıştı mesajdan. Eve gelmeden ona uğradım bu yüzden. Kapıyı açtığında gördüğüm şeye inanamadım. Yüzü çökmüş, içindeki yaşam sevinci ölmüştü. Barbaros’u sordum, onun kim olduğunu bile hatırlamamış gibi baktı bana. Sonra senin evinin anahtarlarını verdi. Senin evinin, onda olması asla mümkün olmayan anahtarlarını… Bir haftadır sana ulaştırmaya çalışıyormuş. Bütün taşlar yerine oturdu. O perişanlık… mutsuzluk… Nedeni çok açıktı. İki artı iki eşittir benim pislik kardeşimdi!”
Doğru. İki artı iki… Irmak’ın bütün yolları hep Doğu’ya çıkardı.
“Bana gelmişti, değil mi? Senin kapını çalmaz o.”
Çalmamıştı da zaten. Doğu gürültüyü duyup kapısını açtığında, onu Doğa’nın kapısına yaslanmış hıçkırırken bulmuştu.
“Ne yaptın? İçeri alıp sevgilisini mi sordun?”
Sormasına gerek yoktu, zaten biliyordu. Geçen sene kardeşine anlatırken salon kapısından dinlemişti onları. Çalıştığı yerde müdürlerden biriymiş de… Adam bunun zekâsına vurulmuş da… Aylardır yemeğe götürebilmek için yapmadığı kalmamış da… Sonunda gitmişler de… Dönüşte bunu öpmüş de… Fena değilmiş de… Olabilirmiş aslında da…
Neden ağladığını öğrenmek için devamını anlattırmıştı Irmak’a. Sekiz ay çıkmışlar. Adamın aynı anda birden fazla kızla görüştüğü ortaya çıkmış. Irmak’a en çok bu dokunmuş. Sadece sosyal ortamlarda görüştükleri bilinse de, işyerinde sevimsiz bir konuma düşmüş.
Cevap alamasa da Doğa hala öfkesini kusmaktan kendisini alamıyordu. “Hazır kankiye bağlamışken ilk sevgilisini falan da sorsaydın.”
Zaten biliyordu ki. Üniversiteden sınıf arkadaşı olan o mıymıydı. Kibar tavırlarıyla kızın gözünü boyamıştı. Ama Irmak’a hiçbir şey verememişti. Kızı cinsellikten soğutmuştu bile. Çünkü uzun bir süre Irmak kimse ile birlikte olmamıştı.
“Teselli ettin tabi onu. Kolay olmuştur. Başını falan okşamışsındır.”
Hayır, başını okşamamıştı. Ona, hayatının ilk orgazmını yaşatmıştı. Elleri ve dilinin ucunda yaşadığı heyecanı tanımadığı, ağzından kaçan o tek cümlede gizliydi… “Yardım et bana! Bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum ben!”
Yardım etmişti Doğu. Sabırla hem de. Ona bedeniyle, arzularıyla nasıl başa çıkacağını göstermişti… Defalarca.
“Yok ama, sen baş okşamasıyla yetinmemişsindir. Hazır en zayıf anını yakalamışken ve yanınızda ben yokken… Can alıcı darbeyi vurmuşsundur. Değil mi? Yattın onunla değil mi Doğu? Sonra da onu evde bir başına bırakıp gittin.”
Evet. Kaçmıştı. O uyurken ardına bile bakmadan kaçmıştı. Suçluluğu yüzüne yansımış olmalıydı.
“Söylesene, gittiğinden haberi oldu mu? Yoksa uyudu uyandı kendini o evde yalnız mı buldu?”
Lanet olsun.
“Gelmeyeceğinden emin olmuş ki kapıyı kilitleyip anahtarı yanına almış. Beklemiştir önce seni. Değil mi? Döneceğini düşünmüştür. Onu orada öyle bırakıp gideceğin aklına gelmemiştir. Ne kadar beklemiştir acaba? Bir saat? Beş saat? Bir gün? İki gün?”
Lanet.
“Bir kadın ne hisseder böyle bir durumda hiç düşündün mü Doğu?”
Hayır. Kaçmaktan başka hiçbir şey düşünmemişti o. Ama aslında kaçmayı da başaramamıştı.
“Neyse ki ben güvendeyim. Kötü erkeklerin tümü çevreme akraba diye birikmiş nasıl olsa.”
Bak ya! Bu kızın dili…
“Artık düşünmene gerek yok. Bundan sonra Irmak’ı görmeyeceğiz. Artık o da güvende olacak.”
“Anlamadım?” Doğa’nın söylediği onca şey içerisinde sadece buna tepki vermişti. Doğa da öldürücü darbeyi zevkle indirdi.
“Irmak gidiyor.”
“Ne demek gidiyor?”
Doğu’nun yüzünde yakaladığı panik, Doğa’nın aklını karıştırdı. Irmak’ı umursuyor olabilir miydi gerçekten?
“Önce Antalya’ya gidiyor. İtalyan bir şirketin otelinde işe başlıyormuş. Birkaç ay sonra da İtalya’ya göndereceklermiş onu. Orada yaşayacak artık.”
İtalya. Irmak’sız bir İstanbul. Irmak’sız bir hayat. Kulağa mükemmel gelmesi gereken bir cümle. Başına giren ağrıyı umursamayıp arabayı çalıştırdı. Irmak gidiyor.
Irmak’ın evine varana kadar kimse konuşmadı. “Ben bavulu alıp inerim.”
Kız kardeşinin hızlı adımlarla apartmana yürüyüşünü seyrederken, aklında sadece İtalya kelimesi dönüyordu. Irmak gidiyordu. Kendi yüzünden mi? Elbette. Gözlerini kapattı. Kokusu burun deliklerinin içine yeniden sızdı. Irmak gidiyor… Irmak. Bavul ağır olmalıydı. Doğa’ya yardım etse iyi olurdu.
Apartmana girip merdivenle ilk kata çıktığında iki kız kapı önündeydi. Gözleri şaşkınlıkla Irmak’a takıldı. Doğa yaşam enerjisini kaybettiğini söylerken abartmamıştı. Bilimsel fare deneyin sonuna gelmiş gibiydi. Gücü kalmamıştı. Bir doz daha Doğu onu öldürebilirdi.
Irmak’ın gözleri adamı yakaladı ve alışık olunan hiçbir tepkiyi göstermedi. Heyecan yok. El ayak dolaşma yok. Nefes hızlanması yok. Aksine kayıtsızlık, donukluk… Doğu, Irmak’ın gözlerinde babasını gördü. Daha şaşkınlığı üzerinden atıp hareket edemeden Irmak Doğa ile vedalaştı, içeri girip kapıyı kapattı ve bunların tümünde Doğu’ya bir kez bile dönüp bakmadı. Ve genç adam o anda anladı. Irmak çoktan gitmişti.