Vurucu Bölüm 1

Vurucu Bölüm 1

[Öyle bir aşk]

Vicdandaki yük de paylaşılmaz ama
henüz kimse buna şiir yazmamış
Demek şairlerin de umudu kalmamış
E yürek yükü bu
yazılmaz, çizilmez
Öylesine dillenmez
Sessizliktir
Yürek sesi duyulmaz
Hissedilir de
adı konmaz
Gözlerdeki karanlık
Ruha yerleşen çizgiler
Kaybedilen gülüşler
Hissedilir
Onlar yok olmaz
Vicdan, sahibine hiç susmaz

İşte, oradaydılar yine. Havuzun içinde. Adam, dibine kadar girdiği kadını belinden tutmuştu. Belki öpmüyordu ama gözler şu anda bir mahremi paylaşıyordu. Kadın hiç kıpırdamıyor, sadece adamı seyrediyordu. Uzaktan bakan herkes, kadının o adama her şey için izin verdiğini görebilirdi. Kadın, adama ait kılmıştı kendisini. Ve adam, bu hediyeyi gururla kabul etmişti.

Masada oturan hiç kimse, havuzdaki çiftle kendisi kadar ilgili değildi. Her sabah görmeye alışık oldukları bir sahneydi çünkü. Kahvaltıdan önce babası ve annesi havuzda kendilerine ait en az bir saat geçirirlerdi. Yüzmezlerdi, hayır. Annesi yüzemezdi. Bunun yerine kenarda durup, babasını seyrederdi. Ve babası da havuzda annesiyle olduğunda onun dibinden bir saniye olsun ayrılmazdı.

Onların arasındaki sevgiye imrenerek büyümüştü Doğu ama bugün, sadece o aşkı değil, kendi hayatını da seyrediyordu. O aşk şekillendirmişti bütün yaşamını. Onlar gibi olmak istiyordu. Öyle sevmek, ait olmak…

Bir an için gözlerinin önünde beliren ela gözler dikkatini dağıttı. Hayır. O değildi. Zırt pırt aklına takılsa da, bir haftadır en erotik rüyalarına gizlice sızsa da Doğu’nun kadını Irmak değildi. Olsa, dokuz sene boyunca kız kardeşi gibi görmezdi onu. Irmak, ikizinin kankasıydı sadece.

Suratı sivilceli, dişleri telli halini bilirdi Doğu onun. Özü girişken olsa bile kendi yanında utangaç olduğunu bilirdi. Arkadaşının ikiz erkek kardeşini gördüğü o ilk anda çarpıldığını bilirdi. Gözlerini ayıramamış, tek bir ses çıkaramamıştı. Doğu’nun da gururu okşanmıştı elbette.

Ama alışıktı. Annesinin hırçın kıvırcık saçları ve babasının şeytani bakışlarıyla Doğu, klasiğin dışına çıkarak egzotik bir görünüme sahip olmuştu. Tek başlarına da çok ‘seçilmiş’ izlenimi veren ebeveynlerinin genleri Doğu’da neredeyse kendilerini aşmışlardı. Bu yüzden gören bir daha bakardı ona çünkü farklıydı. Etrafta görülebilecek herkesten farklı. Bronz bir ten, kıvırcık uzun kahve saçlar, mavi ile gri karışımı, acımasızca güzel gözler.

Oğlanın baskın karakteri anne rahminde bile kendisini göstermiş olsa gerek, diğer embriyo yine aynı genleri almayı başarsa da Doğu kadar çarpıcı bir görünüme sahip olmamıştı. Doğa, düzgün bir fiziği olan, kıvırcık kahverengi saçlı, mavi serpiştirilmiş ela gözlü diye tanımlanabilecek sıradan insanlardandı. Ve daha anne karnında elebaşılığı erkek ikize bırakmıştı.

Çok az kişinin fark edebileceği bir detaydı bu ama iki kardeş arasındaki dengeyi tam anlamıyla ifade ederdi. Elebaşılığı Doğu’ya Doğa bırakmıştı.

İkizinin on gündür şehir dışında olması belki de Doğu için bir şanstı. Çünkü Doğa eve geldiği an kıyamet kopacaktı.

Kendisini ona sunan bedenin kokusu beyninin içerisinde dolanıp durdukça unutmak imkânsıza dönüşüyordu. Lanet olsun. Bir haftadır her yer, her zaman dilimi Irmak kokuyordu. Dudaklarının kokusu… Boyun girintisinin kokusu… Göğüs çatalının kokusu… Bacaklarının arası… O lezzetli ıslaklık… O sıcacık kuytu…

“Hayırdır? Gözün açık rüya mı görüyorsun?”

Kendisine gülümseyen amcasına boş gözlerle baktı. Bedeni transtan çıkmaya isyan ediyordu. Nefesinin sıklaşıp pantolonunun sıkmaya başlaması, Irmak için o an bile hazır olduğunun kanıtıydı.

Lanet olsun. Dokuz sene… Liseye başladıkları günden bu güne her an hayatında olan bir kızın kuytusunda kaybolması için tek bir gece yetmişti. Akşamın erken saatlerinde başlayıp sabaha kadar süren tek bir gece. Ve hayır… Yetmemişti. Bedeni hala Irmak için zonkluyordu.

Kuruyan dudaklarına rağmen ağzının suyu akmış gibi geldi genç adama. Kontrolü yitirmeye başlamıştı ve bundan hiç hoşlanmadı.

“Uykusuzum. Hala uyuyorum sanırım.”

Masadaki kahvaltılıklara yoğunlaşmaya çalışıp tabağını doldurdu. Amcasının dikkatini daha fazla üzerinde istemiyordu.

Reha Bozkent gerçek amcası değildi aslında. Babasının kardeş kadar yakın olduğu çocukluk arkadaşıydı. İkisi de kırk dokuz yaşında olmalarına rağmen Reha Amca babasından daha genç gösterirdi. Saçları henüz kırlaşmadığındandı belki.

Birlikte büyümüş, birlikte okumuş, birlikte iş yapmışlardı. Reha’nın evlenip başka bir eve taşınmasına kadar birlikte yaşamışlardı. O zaman da babası arkadaşının villadaki odasını evli ve çocuklu bir çiftin ihtiyacına göre yeniden düzenlemiş, genişletmiş; Neslihan ve Başak’ın burayı ikinci evleri olarak görmelerini sağlamıştı. Sonuçta iki arkadaş, hala birlikte olmakla kalmamış, eşleri ve çocuklarıyla çoğalmışlardı.

Keşke onlara tanınan bu özgürlük Doğa ile kendisine de tanınsaydı. Büyükbabasının keskin bakışlarının üzerine dikildiğini fark ettiği an fırça zamanının yaklaştığını da anladı. Altmış sekiz yaşındaki Süreyya Ural birazdan söylenmeye başlayacaktı.

“Doğa Hanım geldiğinde o izbeliğe mi gidecek yoksa kendisiyle birkaç gün birlikte olma şansına erişebilecek miyiz?”

Bingo. Fırça, Doğa üzerinden çekilecekti bu sefer. Yirmi dört yaşında koca insanlar olduklarını, yüksek lisanslarının neredeyse tamamlandığını, çalışarak kendi paralarını kazandıklarını, hafta içinde oturdukları kendi dairelerinin tüm masrafını kendilerinin karşıladığını ve bunun normal olduğunu büyükbabalarına kabul ettirmek mümkün görünmüyordu.

“Önce kendi evine uğrar sonra buraya gelir büyükbaba.”

Duyacağı kükremeye hazırdı elbette. Kendi evine dediği an, Süreyya Ural’a hakaret etmiş sayılırdı.

“Annenin, babanın, büyükbabanın olduğu ev değil de o garsoniyerler mi sizin kendi eviniz?”

Gayrettepe’de çok keyifli bir sitede almış oldukları iki odalı evlerdi Süreyya Bey’i çileden çıkaran. Aynı katta yan yana iki daire. İşlerine yakın, okullarına yakın, gece hayatına yakın, birbirlerine yakın…

Evlerinin birbirlerine yakın olmasının ilk dezavantajı Irmak olmuştu gerçi. Sevgilisinden ayrıldığı gün ağlaya ağlaya Doğa’ya gelmişti. Doğa şehirde olmadığından Doğu almıştı onu içeri.

“Büyükbaba, abartıyorsun. Üniversitedeyken de düzenimiz aynıydı. Okul zamanı kendi evlerimizde, tatillerde burada sizinleydik.”

Çakmak gözler bu bahaneleri yutmadığını belli ediyordu elbette.

“Üniversite Ankara’daydı bacaksız! Bilkent yazmışsınız en başa, sanki mahsus yaptığınızı bilmiyorum!”

Öyle yapmışlardı elbette. Biraz özgür olmak hiç de fena olmamıştı üstelik. İstedikleri üniversiteyi tutardı puanları ama onlar özellikle Bilkent yazmışlardı. Doğa Mütercim Tercümanlık, Doğu İşletme.

Irmak Bilkent’te tam burslu olabileceği halde İstanbul’da kalmayı tercih etmişti. Halkla İlişkiler… Şimdi onun Ankara’ya gelmeme sebebinin kendisi olup olmadığını merak ediyordu. Olabilir miydi? O gün bedenini ve ruhunu öylesine kayıtsız şartsız bırakmıştı ki Doğu’ya, o kızın senelerdir tek isteğinin kendisi olduğuna emindi artık. O yüzden kaçarcasına uzaklaşmıştı zaten.

Alnına yediği ıslak bir darbeyle sıyrıldı düşüncelerinden. Masada siyah bir zeytin yuvarlanıyordu. Büyükbaba hedefi asla ıskalamıyordu.

“Benimle konuşurken hayal kurma. Alırım ayağımın altına!”

“Burada kalalım istiyorsun, anlıyorum. Kız arkadaşımla nerede sevişeyim ben büyükbaba? Senin yanından mı çıkalım üst kata? Otellere mi gideyim? Ya Doğa ne yapsın? Kız kimseyle rahatça arkadaş olamıyor. Yanında kim olsa ailesini sorguluyorsun!”

Gri-mavi gözler öfke ile açıldı. “Doğa ne yapıyor peki? O da mı sevişiyor!”

Sevişti bir bakir ile bakire. Erkeğe milli dediler, kadına fahişe.

“Kendisine sorarsın büyükbaba. Ben onun evinde ne yaptığını bilmiyorum. Açıkçası ilgilenmiyorum da.”

Amcasının sinsi gülüşü kulağına gelse de bu tuzağa düşmeyecekti. Yoksa bu iki adam onu ortalarına alıp top gibi oynarlardı.

“Bana yapmasını istemediğim hiçbir şeyi, ona yapmıyorum,” iki erkeğin de gözlerine dik dik bakıp ”anlatabildim mi?” diye bağladı konuyu.

Hışımla açılan bahçe kapısı… Demirin demire çarpma sesi… Yürürken sertçe yere vurulan topuklar… Öfke… Doğa… Irmak. Of.

Topuk sesi yanına gelene kadar başını arkaya çevirmedi Doğu. Öfkeli soluklar ensesindeydi. Büyükbabasının ve amcasının soru dolu gözleri de üzerinde…

“Yapmadım de Doğu!”

Kendisine uzanan yumuşacık, dolgun dudaklar…

“Yapmadım de!”

Dudaklarının arasından süzülen oyunbaz bir dil…

“Bana bak!”

Üzerine uzandığında kendisini yükselterek bütün hücrelerine dokunan arzulu bir beden…

“Doğu!”

“Ne!”

Hışımla döndü arkasına.

“Ne!”

Birbirinin aynı gözler öfkeyle çarpıştı.

“Kiminle ne yapacağımı sana mı soracağım?”

Büyükbabasının tedirgin sesi böldü bu diklenmeyi.

“Çocuklar, bizim yanımızda yapmayın bunu. Her ne halt ettiyseniz gidin içeride konuşun.”

Kısık bir sesle söylenmişti ama emirdi. Doğa, hala öfkeyle kardeşine bakarken yapay bir sakinliğe büründü. Masaya dönüp amcasına ve büyükbabasına gülümsedi.

“Özür dilerim. Günaydın. Afiyet olsun.”

Havuza yaklaşıp annesiyle babasına seslendi. “Ben geldim. İkinize de merhaba. Baba seni öptüm, sen de annemi benim için öp.”

Kadın ve adam kızlarına baktı. Gözler gülümsedi. Sevgi dolu bir nefes üçünün arasında dolaştı.

“Öperim,” dedi adam. Döndü sonra karısına. “Çıkalım mı bebeğim?”

Ensesine kadar sokulan Doğu’nun alaycı sesiyle yerinden sıçradı kız.

“Biz de içeri geçelim mi bebeğim?”

Bir kaşık suda boğabilse, boğardı Doğu’yu Doğa. Cevap vermedi, sadece baktı. Öfkeyle. Hayal kırıklığıyla. Öfke önemli değildi de o hayal kırıklığı Doğu’nun canını yaktı. Sert adımlarla yürüyüp eve giren kardeşini bezgince takip etti. Birazdan, oturduğu yerde bile öpmeyi hayal ettiği bir kadını, sabaha kadar seviştikten sonra kendi evinde neden tek başına bırakıp buraya geldiğini ve tam bir hafta boyunca da oraya dönmediğini kardeşine açıklamaya çalışacaktı.