Seçilmemiş Bölüm 26

Seçilmemiş Bölüm 26

“Bana kaçmak ister misin?”

Ceren arkasından yanaşmış, başını omzundan uzatarak yanağını yanağına dayamıştı. Ondan yayılan şefkatle içi ısındı Elif’in. Ceren’in ilgisi ona her zaman iyi gelmişti.

Yanağını onunkine bastırıp, “Hayır, teşekkür ederim. Artık kaçmayı bıraktım,” diye mırıldandı.

Ceren masanın kenarına yürüyüp üzerine oturdu. Elif’i inceleyen keskin gözleri hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu.

“Ağlamışsın.”

Kıpkırmızı gözler ve şişmiş bir burunla aksini iddia etmek olanaksızdı. O da sustu. Sandalyesini olduğu yerde çevirerek yüzünü Ceren’in bakışlarına sundu.

“Sinan mı?”

“Hayat.”

“Nesi var?”

“Korkutuyor.”

“Çok düşünüyorsun. Tadını çıkarmaya zamanın kalmıyor. Hadi akşam bana gidelim.”

“Gelemem Ceren, bir arkadaşım gelecek bu gece.”

Kısık gözler bir süre deşeledi şehla gözleri. Bu seferki ketumluktu. İçe kapanmadan farklıydı. Bu kız bir şeyler çeviriyordu. Sinan’la ilgili olmalıydı. O mu gelecekti acaba? Söylemediğine göre sormak yakışık almayacaktı. Ama merak kediye neler yapmazdı ki?

“Onu da getir, birlikte dağıtalım.”

Ah Tanrım, yalan söylemek istemiyordu. Ama şu an Sinan’dan bahsetmeye hazır değildi. Bugün yaşananların adı koyulmadan olmazdı. Kendini koruma dürtüsü tüm potansiyelini ortaya dökmüş, Sinan’ı kendisine saklamasını haykırıyordu.

“Bir sıkıntısı var. Konuşabilmemiz için yalnız olmamızı isteyecektir.”

Yalan söylememişti sonuçta. Gözleri bunun güveniyle ikna etmeyi başardı Ceren’i.

“Tamam. Ama seni ne ağlattıysa bence boş ver. Üzülünce çözülmüyor bu kahrolası sorunlar.”

Yumuşacık bir gülümseme Elif’in yüzünü aydınlattı.

“Seni seviyorum.”

“Ben de seni,” diyerek masadan kalkan Ceren Elif’in sandalyesini yeniden bilgisayara döndürdükten sonra yanağına bir öpücük kondurup uzaklaştı.

Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı. Elif neye üzüldüğünün adını bile koyamazken sorunu nasıl çözecekti ki?

Sabah Sinan onu perişan etmişti. Gece mükemmelliğin doruğunda, sabah paniğin ürkütücü batağında…

Yaşadığı iyi bir şey miydi? Neydi? Gece nedense çok huzursuz bir uyku uyumuş, karabasanlarla uğraşmıştı. Kendisini boğuluyor gibi hissetmiş, Sinan’ın yanındaki varlığı bile onu yatıştıramamıştı.

İçindeki korkuyu çözebilmek için kalkıp kendisine bir kahve hazırlamıştı. Havanın aydınlanmasını izlerken ilişkilerinin hayal bile edemeyeceği bir noktaya geldiğini, mutlu olması gerektiğini düşünüyordu. Ama korkular, güvensizlikler ona rahat vermiyor, her an kötü bir şey olup Sinan’ı kaybedeceğini düşünmekten bir türlü huzur bulamıyordu.

Sanki bunu çağırmış gibi, o anda Sinan’ın sesini duymuştu. Sinirli, mutsuz, uzak… Hiç beklemediği bir öfke ve şiddet vardı adamın içinde ve altında yatan çaresizlik mahvetmişti Elif’i.

Sinan rahatsızdı. Duyguları ona mutluluk getirmiyordu. Öfkelendiriyordu. Elif’i istediği için öfkeliydi.

Ellerini başının arasına alıp dirseklerini masaya yasladı. Beyninde dolaşıp duran düşünceleri biraz olsun uzaklaştırmak için her şeyi yapabilirdi.

‘Annem, neden yanımda değilsin ki?’

İlk aşkını onunla paylaşabilmeyi öyle çok istedi ki o an. Koynuna sokulup Sinan’ı anlatsa… Onun yorumlarını duysa… Kafasındaki belirsizlikleri sorsa… Ya da sadece kucağında yatsa…

İçindeki huzursuzlukla başa çıkamayıp biraz erken çıktı işten. Eve gidip ışıkları yaktı, müziği açtı, bir şişe şarabı ve bardakları masaya koydu, banyoya koşup hızlıca bir duş aldı ve saat altı olmadan kapıya koşup beklemeye başladı.

Her çıtırtıda başını dışarı uzatıp bakıyor, Sinan’ı göremeyince tekrar içeri çekiliyordu.

Saat altıyı çeyrek geçtiğinde artık dışarı çıkmaktan vazgeçti. Belli ki geç kalacaktı. Telefon numarasını bilmediği için arayıp haber veremiyor olmalıydı.

Altı buçukta koridorda yere oturdu.

Yedide salona geçip koltuğa ilişti. Gözünü telefonundaki saate dikmiş, saniyelerin geçişini seyrediyordu.

Sekizde şarabı açtı.

Libya’ya gitmiş olamazdı değil mi? Yani gidecek olsa söylerdi değil mi?

Dokuzda boşalan şarap şişesini çöpe attı.

Sabahki mutsuzluğu gün içinde Sinan’ın ilişkilerini sorgulamasına mı neden olmuştu?

Onda Sinan’ın telefon numarasını Zeynep’ten istememek için kendisiyle mücadele ediyordu.

On birde koltukta uyuyakaldı.

Üçte kalkıp müziği kapattı, ışıkları söndürdü, yatağına gitti, uzanıp tavana baktı. Bedeni titremeye başladı önce. Anne karnındaki cenin gibi kıvrılıp titremesinin geçmesini bekledi. Gözyaşları akmaya başladığında durdurmaya çalışmadı.

Tekrar uyuduğunda saat beşti. Rüyasında Sinan’ın arkasından koşuyor ama sesini ona duyuramıyordu. Sinan uzaklaşıp gözden kayboluyordu.

***

Başı ağrıyordu. Gözlerini aralamaya çalıştı. Işık çok parlaktı. İnleyerek kapattı gözlerini.

Bir kadın sesi, “Uyandınız mı bakalım” diye sordu.

Bu kadın da kimdi ve yatak odasında ne işi vardı? Tekrar açmaya çalıştı gözlerini, elini ışıkla arasına koyup perdelemek, ışığın şiddetini biraz azaltmak istedi.

Elinde bir hortum vardı. Neydi bu? Serum mu? Gözlerini kısıp etrafına baktı. Beyaz bir oda, bir hemşire, hastanede miydi? Kadın yatağın yanındaki bir düğmeye bastıktan bir süre sonra telaşlı ayak sesleri duyuldu. Başucuna önlüklü iki adam yaklaştı. Birisi Ahmet miydi bunların?

“Ahmet?”

Adam, “Ooo beyimiz kendine gelmiş. Çok korkuttun bizi be Sinan,” diye yanına gelip elini kavradı.

Ahmet üniversitedeki kız arkadaşı Neva’nın doktor olan ağabeyi idi. Kız evlendikten sonra Mersin’e gitmişti. Ahmet ile arada karşılaşır, birlikte bir şeyler içerlerdi. En son üç hafta önce beraberlerdi. Ahmet’in böbreklerinden birinde bir sorunu vardı, haftaya ameliyat olmayı planlıyordu. Kilo mu vermişti bu adam?

“Üç haftada amma zayıflamışsın,” dedi ve kaşlarını çattı. “Neden buradayım?”

Diğer doktor elinde kaleme benzer bir şeyle üzerine eğilip gözlerine bakmaya başladı.

“Merhaba Sinan Bey, ben Prof. Dr. Mithat Ersöz. Sizinle Dr. Ahmet Savacı’nın isteği üzerine özel olarak ben ilgileniyorum.”

‘Bakalım hastamızın durumu nasılmış,’ diye başlayan, ani hareketlerde bulunmamasını önererek sonlanan bir sürü cümle sıraladıysa da Sinan dikkatini toparlayamıyordu.

“Başım,” dedi “çok ağrıyor.”

Gözlerini kapadı, bir süre sonra hepsi odadan çıkarken Ahmet’e seslendi. Arkadaşı dönüp yanına geldiğinde doğrulmayı deneyip başaramadı.

“Ne oldu bana?”

“Havaalanında bir çocuğu, üzerine devrilmekte olan bir yükten kurtarmak için sıkı bir plonjon atmışsın. Kafanı duvara çarpmışsın. Alan doktoru ayılmadığını görünce seni buraya göndermiş. Getirildiğin sırada ben de tam çıkmak üzereydim. Sedyedeki hastanın sen olduğunu tesadüfen fark ettim. Dünden beri uyuyorsun. Hayati bir tehliken olmadığını düşünüyor Hocamız.”

“Çocuğa bir şey oldu mu?”

“Hayır, tam zamanında kurtarmışsın. Annesi dün akşama kadar senden haber almak için burada bekledi, sonunda kocası gelince güç bela eve gönderdik. Sana ettiği duanın haddi hesabı yok.”

Hatırlamaya çalıştı Sinan, hiçbir şey yoktu aklında.

“Ailene haber verdik, annen ve baban bugün gelecekler. Başka yapmamı istediğin bir şey olursa hemşireye söyle, beni bulur. Şimdi dinlenmen gerek, düşünmeye çalışma, kuvvetini yeniden kazanmaya bak dostum.”

Annesiyle babasını telaşlandırmaya ne gerek vardı ki?

“Tamam, sağ ol,” diyerek gözlerini kapattı Sinan. “Ameliyat bu hafta değil mi? Neden seni hala çalıştırıyorlar?”

Bir sessizlik oldu. Ahmet yatağın yanına dönerek “Ne ameliyatı?” diye sorduğunda, “Senin böbreği çöpe hibe etmeyecek miydin?” dedi ama gözlerini açmakta zorlandı. Koyu bir karanlıkta kayboldu.

Ahmet başını kaşıyarak bir süre arkadaşını seyrettikten sonra hızla Sinan’ın doktorunun odasına yürüdü.

“Sanırım bir sorunumuz var Hocam. Sinan Özhan benim ne zaman ameliyat olacağımı sordu.”

Mithat gözlüğünü aşağı kaydırarak Ahmet’e dikti gözlerini.

“Sen ameliyatını bir sene önce olmamış mıydın?”