Tünel Bölüm 55

Tünel Bölüm 55

Berna sabah Alper’le telefonda konuştuğundan beri hop oturup hop kalkıyordu. Pazar rehaveti içerisindeki Aslan ve Mira için fazla enerjikti.

“Şu saçlarını açsa mıydın?”

Kendisine garip garip bakan kızdan gözlerini kaçırıp, bukleleri düzeltti.

“Ece açık saçı seviyor. Bir aç, bak nasıl çığlık atacak.”

Mira tokayı çıkardı, saçlar omuzlarına düştü. Ece çığlık falan atmadı. Hatta konu ile hiç ilgilenmedi. Ama saçlar açık kaldı.

Emre’nin de Alper’le birlikte geleceğini söylese miydi? Ama karşılaştıkları anda Mira’nın yüzündeki o ilk ifadeyi kesinlikle kaçıramazdı.

“Yorucu olmuyor mu size sabah uçakla Ankara’dan gel, akşam uçakla Fransa’ya git?”

Aslan Berna ile konuşurken hala ona ne şekilde hitap edeceğini bilemiyordu. Yenge diyemiyordu artık. Berna da diyemiyordu… Bıyık altından gülümsedi. Panter diyebilirdi aslında. Kadın kendisini parçalar mıydı? O yüzden suya sabuna dokunmayacak şeyler dışında hiç sesini çıkarmıyordu.

“Havaalanlarına geliş gidiş olmasa hiç sorun yok Aslan. Takside sıkılıyor Ece. Hele trafik olunca sinir küpüne dönüyor. Bugünkü şoför çocuklarını anlattı yol boyu da sıkıntı yaşamadık.”

“İyi bari…” Ne desin? Pantere yeterince kibarlık yapmıştı. Biraz da Mira’ya sardı.

“Mira Hanım, İstanbul kazan sen kepçe. Yine yemeklerdeymişsin dün akşam.”

Tek kaş havadaydı. Sen niye büyüdün ki, demekti o. Ben sana niye karışamıyorum ki, demekti. Yuvadan uçup gitme zamanın geliyor, korkuyorum, demekti.

“Evet Dayı, Gamzeler çıkmış da beni de çağırdılar.”

“Evleri bitmedi mi bunların? Gelsinler burada otursunlar. Hep dışarıda yemeye para mı dayanır?

Ah güzel dayısı… İyi niyetli dayısı… Saçlarıyla yüzünü perdeleyip yüzündeki sıkıntıyı gizledi Mira.

Aslan için en büyük tehlike Cihangir’di. Kızı kaptığı gibi götürürdü valla. Emre’yi andırıyordu hafiften. Boy pos değil ama…

Yaratılırken yüzüne, gözüne, bedenine o kadar özenilmişti ki, boy tamamen unutulmuş olmalıydı. Komikti aslında. Bir Adonis, bir Eros, bir Van Damme görüntüsünün ayağa kalkmamış haliydi. Ama nedense kimsenin aklına gülmek gelmiyordu.

Olgun adamdı, yaşı büyüktü. Mira da zaten yaşıtlarıyla anlaşamıyordu. Bunlar hep o Emre yüzündendi.

Hayır, dört senedir herif kızı adım adım takipteydi. Bunu en iyi Aslan biliyordu. Ayda en az iki telefonu vardı. Mira nasıl? Onu yaptı mı? Şunu etti mi? Sınavdan kaç aldı? Yanındaki kız düzgün mü? Ailesini kontrol ettin mi? İşyerine baktın mı? Bankadaki parayı kullanmıyor, parası yetti mi? Ateşi düştü mü?

Tabii Aslan’ın da eli armut toplamıyordu. O da takipteydi. Emre sosyal medyayı çok kullanmıyordu ama birileri fotoğraf etiketlediğinde Aslan şıp diye o sayfada bitiyordu.

Adamı sarmaş dolaş bir kızla görecek diye aklı çıkmıştı önceleri. Maazallah, ya Mira görürse! Hiç ilgili değilmiş gibi görünse de, onun Emre’yi hiç atlatamadığını biliyordu.

Aslan Emre’nin dağıtacağına çok emindi oysa. Saç sakal bırakır, dövme yaptırır, her gün bir kızla bekârlığın tadını çıkarır, falan filan… Klasik işler.

Sonra, onun boşanmış erkek sendromuna yakalanmadığına, gece hayatında boy göstermediğine, işinden başka bir şeyle ilgilenmediğine ikna olmuştu. Bütün fotoğraflarda sadece kaslı, saçlı, orman kaçkını bir ayıyla birlikteydi. Bir de uçuk uçuk arabalarla… Yüksek yüksek… Açıyorsun içini, ev sanki anasını satayım. Garajı bile var. Motosiklet park etmişler içine.

Hayır, herifin üstüne zıplayacağı bir tek açığını yakalasa, huzura erecekti. Ama bulamıyordu…

Bu Cihangir de o yüzden sinirini oynatıyordu zaten. Aynı Emre gibiydi. Herifin açığı yoktu. Bir efendilik, bir olgunluk, bir had bilirlik… Aslan bunları yer miydi? Gözü bal gibi de Mira’daydı. Yoksa ne işi olurdu kıçının kılları ağarmış adamın parmak kadar çocukla yemeklerde?

“Cihangir de tesadüfen orada mıymış yoksa?”

 “Yok Dayı, birlikte gittik.”

Ba ba ba ba, birlikte gitmişlermiş. Niye?

“Cumartesilere patronumuzla buluşmalar falan mı ayarlıyoruz artık Mira Hanım?”

Ağzı açık dayısına bakakaldı Mira.

“Yok artık dayı, daha neler!”

Berna sinirle tırnaklarını yiyerek bu sohbeti izlerken kapı çaldı.

“Babammmmm!”

Ece’den önce kimse kapıya varamazdı. Mira koşup ona kapıyı açarken gözleri kızda, onun açılan kapıda yakaladığı bacaklara sarılışında, sonra da Alper’in kucağına tırmanışındaydı.

Bir aşk yaşanıyordu önünde. Alper mutlulukla kızına sarılmış, içine sokmak ister gibi kokluyordu onu. Ece başını adamın boynuna gömdü önce, sımsıkı sarıldı. Sonra ayrılıp elleriyle babasının yüzünü tuttu, burnunun dibine kadar soktu suratını, şap diye ıslak bir öpücük kondurdu dudaklarına. Sonra yeniden gömüldü boynuna.

Bir objektifin yakındaki objeye odaklanması gibi, sadece Alper ile Ece’yi seyretti Mira. Gülümseyerek… Sevgiyle… Sonra arka plandaki belirsizlikte bir başka cisim odağı kaydırdı, netleşti ve kendisi dışındaki her şeyi bulanıklaştırdı.

Emre?

Ne Alper ile Ece’nin içeri girişini, ne adamın karısına sarılışını, ne Aslan’ın misafiri selamlayışını, ne kendisinin kapıda donup kalışını… Hiçbirisini fark etmedi Mira. Sadece Emre’ydi. Duvara dayanmış, kendisine bakan… Sonra yavaşça gülümseyen… Mavi… Masmavi… Sıcacık… Özlem… Umut… Aşk…

Gittiği günden bu yana hiç değişmemiş gibiydi. Öyleyse neden farklıydı? Aynı bedene sahip bu adam neden bir yabancı gibi görünüyordu?

Sonra gözlerindeki bakışı gördü…

Daha önce Emre’nin bakışlarında hep Berna olurdu. Nerede, ne yapıyor olursa olsun… Hep iki kişilik bakardı Emre. Mira da bunu bilirdi. Ve saygı duyardı. Ve özlem…

Şimdi ise sadece Emre olarak bakıyordu ve Mira bu bakışı tanımıyordu.

Mira, o ana kadar ya bir çocuk ya da genç kızdı. Tünelde… Emre ona dokunduğunda… Kendi bedeni onunkiyle karıştığında… Sonrasında… Anne olacağını öğrendiğinde… Evlendiğinde… Büyüdüğünde… Dün…

Şimdi, bu kapıda, Emre ona bakarken, Mira ilk kez kadın olduğunu hissetti.

Bu his farklıydı. Önceden Emre’nin yanında güvendeydi Mira. Emre ona dokunurken bile güvendeydi. Emre bedenini bir kadına dönüştürdüğünde bile… Mira güvendeydi.

Ama şu an Emre ona ele geçiriliyor olma paniğini yaşatıyordu. Gözlerini Mira’nın ruhuna dikmişti. Bedenlerden bağımsız, ruhu tehlikedeydi. Demek kadın olmak buydu. Erkeğin gözündeki o bakışı görmekti.

“Hey, adamı içeri almayacak mısın?”

Mira duymadı Alper’i. Berna’nın adamın omuzuna vurduğunu da görmedi. Susması için işaretini de. Aslan’ın dikilip kapıya yönelmesini, Emre’yi görünce olduğu yerde kalmasını da…

Sadece Emre.

Ne demeliydi? Merhaba mı? Hoş geldin mi? İçeri gelsene mi? Bunları söyleyebilmek için dudaklar nasıl hareket ettiriliyordu? Nasıl nefes alınıyordu? Bakışlar Emre’nin üzerinden nasıl çekiliyordu?

Kızın tepkilerini, tek bir tanesini bile kaçırmadan izledi Emre. Şaşkınlığını, heyecanını, tedirginliğini, paniğini…

Ve kendi körlüğünü…

Bilinçsizliğini…

Tam otuz dört senedir içinde yüzdüğü boşluğun sadece Mira’yı tanıdığı o ilk iki gün yok olduğunu nasıl anlamamıştı?

Her şeyin o yüzden o kadar doğru olduğunu, onunlayken bütün çirkinliklerin dışarıda kaldığını nasıl fark edememişti?

O tünelde, ruhunun son zerresine kadar bu kadına ait olduğunu nasıl anlamamıştı?

Canını yakan bir aydınlanmaydı. Bu yüzden Mira’nın suskunluğu iyiydi. Donup kalmışlığı iyiydi. Nefesini düzene sokması, kalp ritmini düzenlemesi için gerekliydi. Kendileri dışındaki dünyaya katılmadan önce, onu doyasıya içmek için iyiydi.

İçeridekilerin onları sonsuza kadar burada bırakmayacaklarını biliyordu. O yüzden yerinden doğruldu, hala öylece kendisine bakan kızın yanına gitti. Elini uzatıp avcunu yanağına dayadı. Yumuşacık. Sıcacık.

Gözbebeklerinin büyüyüşünü izledi. Yemyeşil. Baktığı yerde boğulmuş gibi kıpırtısız…

Kokusu doldu burun deliklerinden içeri. Bahar…

Engel olamadı eline, saçlarının içine daldırıp her bir telinden yaşamı hissetti. Başını kendisine çekti yavaşça.

Dudakları, heyecandan kırmızıya dönmüş yanaklara sürtündü, ortalığı yaka yıka kulağına uzandı.

Seni özledim, diyemedi.

Seni seviyorum, diyemedi.

Sana ihtiyacım var, diyemedi.

Sensiz yaşayamadım, diyemedi.

Diyebileceği tek şeyi söyledi. “Döndüm ufaklık.”